Modern Zaman Öncesindeki Felsefenin Simülasyon Teorisini Öngörmesinin Garip Yolları
“Düşünüyorum, öyleyse varım.” 17. yüzyıl Fransız matematikçisi, doğa bilimci ve genel olarak büyük düşünür René Descartes bu küçük özdeyişi ortaya attığında, bunu motive eden bir afişin tanıtım yazısı olarak değil, şüpheci bir şekilde söylemişti. Günün sonunda, neyin gerçek ya da neyin doğru olduğundan emin olduğumuz şeyi buldu. Stanford Üniversitesi Felsefe Ansiklopedisi’ne göre gerçek bilgimiz, duyularımız, ne düşündüğümüz, nasıl düşündüğümüz ya da başka bir şey değil. Sadece düşünürsek, var olduğumuzdan emin olabiliriz.
Descartes ve diğer filozoflar, Batı felsefi düşüncesinin altında yatan temel bir varsayımı somutlaştırırlar: gördüğümüz ve deneyimlediğimiz şey, nihayetinde “gerçek” olan değildir. Maymunumsu, biyolojik beyinlerimiz ve ona eşlik eden duyularımız, berrak algı ve mantığı karıştıran önyargılar ve eğilimlerle dolu. Ancak bu tür ifadeler, gerçekliğin doğası hakkında daha büyük, varoluşsal sorular için de geçerlidir. Örneğin, varoluşun zihnin bir süreci mi yoksa bir dizi nesnel olay mı olup olmadığı konusunda hala asgari düzeyde bir fikir birliği var.
Bazı okuyucular, bu tür düşünme ile “simülasyon teorisi” olarak bildiğimiz şey arasındaki bağlantıyı hemen görebilirler – yani, deneyimlenen gerçekliğimizin tamamı, sadece zihinde var olan, uydurma bir hiçtir. Belki de gerçekliğin işletim sisteminin geliştiricisi “Tanrı”dır. Belki de “The Matrix: Reloaded”daki mimar adamdır. Bu makalede inceleyeceğimiz bağlantı budur.
Platon’un Mağara Alegorisi
M.Ö. 4. yüzyıla ait Yunan Filozof Platon, gerçek gerçeklik ile algılanan gerçeklik arasındaki farkı tartışan ilk kişilerden biriydi. Platon, Batı tarihinin konuyla en alakalı ve en önemli düşünürlerinden biridir – özellikle bilgelik, akıl ve bir “filozof-kral” tarafından yönetilen adil bir toplum hayali hakkındaki düşünceleri söz konusu olduğunda. Öyleyse, görünüşte iyimser bir adam olan Platon, “Zihnimiz, içinden asla çıkamayacağımız bir mağaranın karanlığına hapsolmuştur” derse, bu oldukça büyük bir olaydır.
Platon’un “Devlet” kitabındaki “Mağara Alegorisi”nde yazdığı şey budur. “Mağara Alegorisi”nin özü açık bir mantık çizgisini takip eder. Çok karanlık olduğu için mağarada kendimizi göremiyoruz. Ayrıca mağaranın içinde olduğumuz için tüm mağarayı göremiyoruz. Girişten sızan küçük ışıktan sadece duvara yansıttığımız gölgeleri görebiliriz. Işık bedene -duyularımızın ve zihnimizin engeline- çarpar ve gerçek nesneler için aldığımız sınırlı formları duvara düz bir şekilde yansıtır.
Platon’un “Mağara Alegorisi”, kişinin doğuştan gelen benliği ile aydınlanma, farkındalık ve eğitim tarafından yaratılan benlik arasındaki farkla bağlantı kurar. Mağaradan çıkıp geri dönersek dışarıyı hiç çıkmayanlara asla anlatamayız. Ve bu “‘Matrix’teki Neo’nun kırmızı hap gerçekliğine çok benziyor” diye düşünebilirsiniz.
René Descartes Kötü İblis
René Descartes ve onun “var olduğumu bildiğimden başka hiçbir şey gerçek değil” ifadesi, ister istemez felsefe ve teolojide bugüne kadar taşıdığımız bir sorun yarattı: “Dekartçı Dualizm” olarak da bilinen zihin-beden ayrımı. Ruha inanıyorsak, maddi şeylerle nasıl etkileşime girer? Yumuşacık, gri maddeli beyninizin neresinde “ruhunuz” var?
2017’de Ulusal Kamu Radyosunun bir bölümünde keşfettiği gibi, bu sorun zamanla daha da kötüleşti. Sebep? Çünkü modern nöroloji, “Beynin hiçbir yerinde; siz sadece ölümle yok olan bir grup elektrokimyasal sinyalsiniz” cevabını veriyor gibi görünüyor.
Ancak simülasyon teorisi, zihin ve bedenin ayrılmasına dayanır. En azından, Platon’un tanımladığı “algılanan gerçeklik” ile “gerçek gerçeklik” arasındaki farka bağlıdır. Tuhaf bir şekilde, Descartes tam da bu nokta hakkında konuşmak için “Kötü Şeytan” isimli bir düşünce deneyini ortaya attı. Kulağa neredeyse tam olarak simülasyon teorisi gibi geliyor. Ancak Descartes bunu Hıristiyan Tanrı’nın varlığını “kanıtlamak” için yaptı. Gerçekliğin, kötü bir iblis tarafından beyninize doldurulmuş, uydurulmuş bir yanılsama olduğunu hayal edin. Bu durumda, gerçek, mükemmel, tamamen iyi bir “Tanrı” tasavvur etmek için sahte bir gerçekliğin yalanlarını kullanmak mümkün olabilir mi? Descartes hayır diye düşündü.
350 yıl ileri sarıyoruz ve elimizde bu tür düşünce deneylerinin teknolojik versiyonu olan 2010’da ortaya atılan Roko’nun Basilisk’i var. Slate’in 2014’te belirttiği gibi, Roko’nun Basiliski şunu soruyor, “Ya gerçeklik bizi sonsuz bir acıya sürükleyen kötü, her şeyi bilen bir yapay zekanın lanet yaratımıysa?”
Immanuel Kant’ın sentetik akıl yürütmesi
Platon ve René Descartes, deyim yerindeyse “algılanan gerçek” ile “asıl gerçek” arasında mücadele eden insanları tasvir edeken, ayrıca müdahale etmekten aciz insanları da tasvir etmişlerdir. Aklın duyusal verilerle şekillenen, ancak bilinçli iradesi olmayan plastik bir şey olduğuna inanıyorlardı. Daha sonra, 18. yüzyıl İskoç ve nihai şüpheci David Hume gibi filozoflar bu fikri genişletti. Hume, herhangi bir şey hakkında mutlak açıklamalarda bulunmanın imkansız olduğuna yani, gerçekliğin yalnızca olanlardan ibaret olduğuna inanan bir düşünürdü.
18.yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant aynı fikirde değildi. Felsefenin ilk proto-psikoloğu olarak, insan aklını yaratan zihnin yapılarına odaklandı. Britannica’nın özetlediği gibi, Kant, duyusal bilgiyi anlamlı bir biçime entegre eden zihinde bir şey olduğuna inanıyordu. Zihnin bu yönü, “sentetik a pirori “, müdahale etme şansımız olmadan otomatik olarak gerçekleşir. (Bu durumda, “sentetik”, “sahte” anlamına gelmez, deneyimden sentezlenir.) Bu süreci bilinçli olarak inceleyebilir ve ondan gerçek olan ile gerçek olduğunu düşündüğümüz arasındaki farkı öğrenebiliriz.
Bu potansiyel olarak güçlendirici görünse de, egomuzun, bilincimizin veya varlık duygumuzun duyusal bilgiden bağımsız olarak var olduğu anlamına gelir; “benliğin” bir şekilde “ben” içinde kapana kısılmış olduğunu. Kötü bir iblis, kötü tanrı veya kötü bir yapay zeka, Kant’ın “sentetik a priori” sürecini durdurabilirse, o zaman bize varsayılan gerçekliğimizi dikte edebilir. O halde Kant, tesadüfen simülasyon teorisi için nörolojik temellerin yolunu açtı.
Edmund Husserl’in Transandantal (aşkın) Egosu
Bu noktada, özellikle “postmodern” döneme girerken, Batı felsefi geleneğimiz biraz bulanıyor. 20. yüzyılda felsefe, edebiyat teorisi, siyaset teorisi – pratikte her şey, gerçekten – ne kadar insan varsa o kadar okul ve inanca bölündü. Sonunda hepsi aynı “gördüğün her şeyden şüphe et, çünkü gerçeklik onun ötesinde bir şeydir” görüşüne geri döner. Aynı zamanda modern simülasyon teorisini de besler.
19.yüzyıl ortalarında yaşamış Alman filozof Edmund Husserl’i iyi bir örnek olarak kullanabiliriz. David Hume gibi, Husserl de nesnel gerçekliği öznel, bireysel deneyim kullanarak bilmenin mümkün olduğuna inanmıyordu. Buna rağmen, bilincin incelenebileceğine inanma konusunda Kant ile uyum içindedir. Husserl’in versiyonunda, Felsefe Temellerine göre, hedefe yaklaşan bir şeye ulaşmak için bilincin kabuğu “soyulabilir”. Kendinizi bir şeyleri gözlemlerken gözlemleyebilir ve böylece kişinin gerçek “aşkın egosu”nda veya saf bilincinde yaşayabilirsiniz. Ne yazık ki, bu hala temelde, dışarıyı, kendi dışımızı veya içimizi görmenin hiçbir yolu olmadan Platon’un karanlık mağarasında sıkışıp kaldığımız anlamına gelir.
19.yüzyılın başlarında bu noktada fizik, felsefe ile bağlantılı hale geldi. Bunu özellikle Albert Einstein’ın genel ve özel görelilik teorileri ve “Bilimin Temelleri” dergisine göre kuantum mekaniği devrimi ile yaptı. Zaman ve uzay bile göreceliyse ve atom altı parçacıkların özellikleri tahmin edilemezse, o zaman belki de gerçeklik koca bir yalandan ibarettir. Neye inanmalı?
Nick Bostrum’un simüle edilmiş gerçekliği
Bu noktada, “The Matrix” gibi filmlerin birdenbire ortaya çıkmadığı açık. Modernite, binlerce yıldır simülasyon teorisi korkusu (ve bu teoriye olan inanç) ile hazırlanmıştır. Temelde “zihninizi özgürleştirin” uyarı hikayesinin en yeni versiyonudur, ancak teknolojiye doymuş çağımızda belirli bir teknolojik bükülme ile. Oxford Üniversitesi’nden İsveçli bir filozof olan Nick Bostrum, 2003 tarihli “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz” başlıklı makalesi ve “simülasyon teorisi” terimi ile bu fikri popülerleştirmesiyle sık sık itibar kazansa da, Bostrum’un makalesi, argümanını oluşturmak için mevcut bilim kurguya atıfta bulunuyor.
İnsanlar simülasyon teorisinin çevrimiçi makalelerde ve akademik çevrelerde tartışılan bir gerçek olduğunun farkında olmasalar bile, birçoğu her gün onun küçücük bir versiyonunu yaşıyor. Sahte yaşamları yansıtan Instagram hesapları başka nedir? “Free Guy” gibi filmler veya “Ready Player One” gibi kitaplar, “Black Mirror” gibi TV şovları ve Meta gibi hizmetler başka neyi anlatıyor? Bu noktada modernite sadece simülasyon teorisine bağlı değil, aynı zamanda büyük şirketler de büyük para kazanmak için ona yöneliyor.
Şu anda, The Conversation ve Scientific American gibi yayınların sayfalarında derinlemesine tartışıldığı gibi, modern zaman öncesi filozofların asla sormak zorunda kalmadıkları bir soruyla baş başayız. Yani, “Eğer yapay bir gerçeklikte yaşadığımızı kabul edersek, tamamen yapay zeka ile çalışan bir bilgisayar simülasyonu değilse bile, yine de anlamlı seçimler yapabilir miyiz?” Diğer tüm cevaplar gibi, bu da bireye kalmış.
Kaynak: grunge.com
Sanal Metaverse Dünyasında Bir Kadın Bir Saat İçinde Cinsel Tacize Uğradı
Sanal Metaverse Dünyasında Bir Kadın Bir Saat İçinde Cinsel Tacize Uğradı
Modern Zaman Öncesindeki Felsefenin Simülasyon Teorisini Öngörmesinin Garip Yolları/Modern Zaman Öncesindeki Felsefenin Simülasyon Teorisini Öngörmesinin Garip Yolları/Modern Zaman Öncesindeki Felsefenin Simülasyon Teorisini Öngörmesinin Garip Yolları